Zaman, her şeyin ilacı… Ancak kesin tedavisi değil. Geçmişi unutturamayan ama bizde yaşattığı acının, sevincin, hüznün şiddetini azaltan; yaşadıkça insanı şekle sokan, kişiliğine biçim verendir. Bugünü dün, dünü geçmiş yapandır.
Bize verilen zamanı yaşamak için geldik dünyaya. Bizden çalınmış ya da boşa geçirilmiş zamanların hesabını sorduk bazen, kime hesap sorduğumuzu bilmeden. Böyle bir garanti mi verilmişti ki? Kim vermişti. Giden zamanın hesabını sormak belki sadece kendimizi sorguya çekmekti, yaşadığımız hiçbir şeyin garantisi yokken… Ne attığımız imzanın, ne içinde yaşadığımız evin, ne sağlığın, ne aşkın, ne evliliğin ne mutluluğun ne de hüznün… Belki sadece yaşadığımız şu anın garantisini verebiliriz kendimize. Bu yüzden birçoğumuz mutlu sonları bekleyerek yaşarken hayalini kurduğu ütopik insanın ya da yaşamın bu dünyada var olmadığını bilse o gün kendisine gülen güzel bir çift gözü görerek bakmaz mı? Belki de her şeyin mutlu sonla bitmesi gerekmiyor? Yaşarken mutlu olunmaz mı? Sonsuz evrende uzayıp giden kıvrımlı yolda, dümdüz, ağır ağır bize sonuna kadar eşlik edecek biri bulunmaz mı? Bulunabilir. Ama sadece gidecek başka yolu olmayan birini. Zaten hayat çok bilinmeyenli bir denklem gibi. Bizim dışımızdaki birine eksi ya da artı değer verme hakkımız bile yok. Sadece soru işareti koyabiliyoruz. Tek bilinen kendimiz olunca sonuçta yine sadece kendimizi buluyoruz.
Hayatımıza dokunan parmak izleri gibi zamanın elleri. Ne silmek istersin, ne silebilirsin. Ne sıcaklığını hissedersin ne de soğumuştur. Sende yaşattığı acının, mutluluğun, hüznün şiddeti kadardır hatırladıkların. Bir sonraki hadise bir önceki hatıranın şiddetini azaltmıştır biraz. Ama sürekli küçük uyaranlarla çıkar gelir karşına. Bazen bu bir fotoğraf olur, çocukluğunu saflığını görürsün ama yine de yaşanmışlıklarının seni gaza getirip keşkeli cümleler kurdurmasına izin vermezsin. Sen yaşadıklarınla var olmuşsundur çünkü. Küçük bir saç tokası, bir kolye, bir gözlük, bir renk, bir koku geçmişi hatırlatır. Annesi ölen birinin cenazesinde sen hep kendi annene ağlarsın o sıcaklığı bir daha asla bulamayacağın için. En çok da şarkılar. Şarkılar alır götürür. ‘’Ey dilsizim ey gülmezim yağmur yüreklim’ ’. Çok iyi bildiğin bir filmin fragmanı gibi hızlı hızlı geçer gözlerinin önünden sahneler. Konusu, duygusu çok bildik gelir. Oyuncularını unutmuş da olabilirsin hatta. Çok da önemsemezsin kim olduklarını. ’’Kız da çok salakmış ‘’ dersin kendine bazen. Ama kızın iyi niyetine, kalbine güvenirsin yine de. Başka oyuncuları sorgulamazsın artık. Ya hala anlayamamışsındır ya da affetmişsindir. Şarkı devam eder… ’’Ey çiçek bakışlı yârim rüzgârım benim…’’ Gözlerinde donmuş kalmış bir damla yaşın süzülmesine engel olamazsın. Sonra ya bir kapı zili ya bir korna sesiyle irkilirsin. Ya da güzel bir çocuğun ‘’anneeee’’ sesiyle hayata dönersin…
Yazarken hep öznesi olmayan geniş zamanlı cümleler kurdum. Aslında öznesi ben olan cümleler kurmak benim için daha kolaydı. Hayatı, zamanı sorgulamak çok kolay değil elbet. Ama ben şunu biliyorum kendimden ‘’mış‘’ gibi yaşayamıyorum. Hissettiklerimle yasadıklarımı elimden geldiğince birbirine benzetiyorum aklım duygularımı çok da kandıramıyor. Belki de kalbim aklımdan daha çok çalışıyor.
Hülya Laleci