çerkes Karadağ ışığı…

IMG_5324-copySöyleşiye gitmeden önce bir göz atmıştım Çerkes Karadağ kimdir diye. Nüans ve balerin fotoğrafları kalmıştı aklımda. Siyah deri ceketinin içine uyumlu siyah fuları, top sakalı ve farklı kesimde beyaz saçlarıyla kendine özgü bir sanatçı görüntüsü vardı. İnsana güven veren bir ses tonunda, vücut dilini fazla kullanmadan, etkileyici olmak adına inişler çıkışlar yapmadan, düşük ve aynı tonda bir sesle konuşuyordu. Fotoğrafın tarihsel sürecini anlatırken bile insan kendini sıcak sobalı bir kahvede ya da evde elinde sıcak bir bardak çayla, sohbet ediyormuş gibi hissediyordu. Her haliyle gösterişsiz bir gösterişe sahipti.

Fotoğrafın tarihsel sürecini anlatırken biraz sıkıldım aslında. Pek de aklımda kalmadı zaten. Kendi fotografik biyografisi daha çok ilgimi çekti. Sonra kafamda şimşekler çaktıran cümleleri oldu. Hissedip de cümle haline getiremediğim kelimeleri bir çırpıda söylüyordu, hem de hiçbir soru işareti bırakmadan. Bir sonraki cümle bir öncekini güçlendiriyor birbiri ile asla çelişmiyordu. Bir yerlerden alınmış ya da etkilemek için süslenmiş cümleler değildi. Kendi deneyimlerinin ve yaşanmışlıklarının cümleleriydi. Kendi gerçeğinin sözsel ifadesiydi. ’’iyi fotoğrafçı nasıl olunur’’ gibi bir reçete vermiyordu. Kendi gibi olmamızı değil kendimiz gibi olmamızı ifade etmeye çalışırkenki kurduğu cümleler bende bir ‘’hiçlik’’ duygusu uyandırsa da,
’’ hiç ‘’ olmak başkası olmaktan iyidir diye düşündüm sonra. Fotoğrafa bakış açımı değiştiren cümleler kurdu. Belki de benim için doğru olan kulağımı tersten göstermekti. Belki yolda giderken yerde gördüğüm bir kola tenekesine tekme atmaktı doğru olan. Bilinçli bir birey olarak alıp çöpe atmaktan aldığım mutluluktan daha fazladır belki de kola tenekesine tekme atıp çıkardığı sesle gülümseyebilmek ‘’ kim ne derse desin ‘’ diyebilmek. İnsandaki potansiyel sanat enerjisinin hangi şartlarda olursa olsun ne kadar engellenirse engellensin bir gün mutlaka açığa çıkacağına inandım. Sanatın öğrenilebilir bir şey olmadığını, yaradılıştan gelen içsel bir yetenek olduğunu’’ yaratıcılık sonradan öğrenilebilir mi?’’ sorusuyla öğrendim. Benim hissettiğim de buydu. Kesinlikle böyleydi. Beslenebilir güçlendirilebilir fakat sonradan öğrenilemez bir kavramdı. Fotoğraf bir rastlantı değildi. Sanatsal yaratıcılık ilk aşamasından itibaren disiplin ve kendi denetimini elinde tutmayı gerektiren tasarlanmış bir süreçti. Kalıplaşmış beğeniler, ezberlenmiş doğrular, özgürleşememiş-özgünleşememiş düşünceler kadrajında çektiğimiz fotoğrafların aslında görüntü kirliliği denizine attığımız bir kareden ibaret olduğunu, makinanın yetenekleriyle paralel olarak fotoğrafı eşdeğer kılan bir düşüncenin ya da hırsla, yarışla görüntü peşinden koşup görüntü avcılığı yapmanın beni aslında fotoğraftan ne kadar uzaklaştıracağını anladım.

Beni fotoğraf çekmeye yönlendiren şey aslında nesnenin görüntüsü değildi. Bilinçaltı duygular, düşşel düşünceler gibi ruhsal yol göstericilerdi. Ben de kendime baktığımda anı yakalamak, belgelemek gibi bir kaygım olmadığını anladım.Çerkes Karadağ’ın ‘’fotoğraflarımda her zaman politik bir eleştiri, politik bir kaygı olmuştur’’, ‘’ hayatta yanımda hep güzel kadınlar olmuştur’ ’ifadeleri yaradılıştan gelen sanatsal yeteneğin, hayatla ve yaşanmışlıklarla beslendiğini fark etmemi sağladı.

Çerkes Karadağ gibi olmak değil amacım. Onun gibi olmaya çalışmak zaten onu anlamadığımı gösterir. Ama bana tuttuğu ışığı görmek güzeldi. Artık ben yolda giderken gördüğüm kola tenekesine bir tekme atıp çıkardığı sesle gülümsemek istiyorum… Herkes ne derse desin…Hülya Laleci

sessiz çığlık…

annem Eski bir büfede fincanların arasında dik tutulmaya çalışılmış veya duvardaki aynanın yanına sıkıştırılmış belki cercevelenenip asılmış duvara yada albümde birçok fotoğrafın yanına yerleştirilmiş bir fotoğraf… Küçükken ninemden dinlediğim masallar gibi anlatıyor bana hikayesini…

Gözlerinden dünyasına bir yol açılıyor, bal renkli yolda yıldızlar yol gösteriyor bana. Yüzüne yansımış duygular somut bir şekilde gösteriyor kendini. Eski siyah beyaz fotoğrafta bal gözlü renklere sahip annemdi bu, gözlerinden dünyasına girebildiğim… Bakışları duruşu, makinayı görünce hazır ola geçip poz vermesi, şimdilerde doğal göstermeye çalışırken yapaylaştırdığımız fotoğraflarımızdan çok daha doğal olduğu gibi ve içten. Bir kare fotoğraf ne kadar çok şey anlatıyor bana. Ya da biraz da kendimden yola çıkarak mı anlıyorum, suretinde anlatmak istediği duyguları bilmiyorum… çünki Henüz yaşanmamış duygular tanımsızdır, ifade edilemez … ben i tanıyınca onu daha iyi anlıyorum… benim hikayemi oluşturan kavramlar, onun hikayesini anlamamı saglıyor

.fotograf her ne kadar siyah beyaz olsada annemin yanaklarındaki pembelikleri başörtüsündeki renkleri görebiliyorum.gerdanını acık bırakacak şekilde örtünmesiyle ,zorla giydirilen ,kadın doğasına ters duygulara rağmen kadın olabildigini, omuzlarını düşürmeden dik durusuyla hayatın yükünün altında ezilmediğini yinede kendiyle mutlu barışık olduğunu ,Duygularını çok salıp koyuvermediğini ıslak kirpiklerinin arasında sakladını görebiliyorum. Belki bu fotoğrafta anlam buldum ben yada ben olduğum için anlam verebildiğim ona…

Bu sanatsal değeri olmayan sıradan bir anı fotoğrafıydı belkide ,fotoğrafçının kendisinden izler yoktu. Ama eski bir fotoğraf ta her zaman bizi dünyasına cagıran birşeyler görüyoruz bu belki samimiyet belkide geçmişe duyulan özlemdir…

Hülya Laleci

 

 

zaman…

resim-264-copyjrhedZaman, her şeyin ilacı… Ancak kesin tedavisi değil. Geçmişi unutturamayan ama bizde yaşattığı acının, sevincin, hüznün şiddetini azaltan; yaşadıkça insanı şekle sokan, kişiliğine biçim verendir. Bugünü dün, dünü geçmiş yapandır.

Bize verilen zamanı yaşamak için geldik dünyaya. Bizden çalınmış ya da boşa geçirilmiş zamanların hesabını sorduk bazen, kime hesap sorduğumuzu bilmeden. Böyle bir garanti mi verilmişti ki? Kim vermişti. Giden zamanın hesabını sormak belki sadece kendimizi sorguya çekmekti, yaşadığımız hiçbir şeyin garantisi yokken… Ne attığımız imzanın, ne içinde yaşadığımız evin, ne sağlığın, ne aşkın, ne evliliğin ne mutluluğun ne de hüznün… Belki sadece yaşadığımız şu anın garantisini verebiliriz kendimize. Bu yüzden birçoğumuz mutlu sonları bekleyerek yaşarken hayalini kurduğu ütopik insanın ya da yaşamın bu dünyada var olmadığını bilse o gün kendisine gülen güzel bir çift gözü görerek bakmaz mı? Belki de her şeyin mutlu sonla bitmesi gerekmiyor? Yaşarken mutlu olunmaz mı? Sonsuz evrende uzayıp giden kıvrımlı yolda, dümdüz, ağır ağır bize sonuna kadar eşlik edecek biri bulunmaz mı? Bulunabilir. Ama sadece gidecek başka yolu olmayan birini. Zaten hayat çok bilinmeyenli bir denklem gibi. Bizim dışımızdaki birine eksi ya da artı değer verme hakkımız bile yok. Sadece soru işareti koyabiliyoruz. Tek bilinen kendimiz olunca sonuçta yine sadece kendimizi buluyoruz.

Hayatımıza dokunan parmak izleri gibi zamanın elleri. Ne silmek istersin, ne silebilirsin. Ne sıcaklığını hissedersin ne de soğumuştur. Sende yaşattığı acının, mutluluğun, hüznün şiddeti kadardır hatırladıkların. Bir sonraki hadise bir önceki hatıranın şiddetini azaltmıştır biraz. Ama sürekli küçük uyaranlarla çıkar gelir karşına. Bazen bu bir fotoğraf olur, çocukluğunu saflığını görürsün ama yine de yaşanmışlıklarının seni gaza getirip keşkeli cümleler kurdurmasına izin vermezsin. Sen yaşadıklarınla var olmuşsundur çünkü. Küçük bir saç tokası, bir kolye, bir gözlük, bir renk, bir koku geçmişi hatırlatır. Annesi ölen birinin cenazesinde sen hep kendi annene ağlarsın o sıcaklığı bir daha asla bulamayacağın için. En çok da şarkılar. Şarkılar alır götürür. ‘’Ey dilsizim ey gülmezim yağmur yüreklim’ ’. Çok iyi bildiğin bir filmin fragmanı gibi hızlı hızlı geçer gözlerinin önünden sahneler. Konusu, duygusu çok bildik gelir. Oyuncularını unutmuş da olabilirsin hatta. Çok da önemsemezsin kim olduklarını. ’’Kız da çok salakmış ‘’ dersin kendine bazen. Ama kızın iyi niyetine, kalbine güvenirsin yine de. Başka oyuncuları sorgulamazsın artık. Ya hala anlayamamışsındır ya da affetmişsindir. Şarkı devam eder… ’’Ey çiçek bakışlı yârim rüzgârım benim…’’ Gözlerinde donmuş kalmış bir damla yaşın süzülmesine engel olamazsın. Sonra ya bir kapı zili ya bir korna sesiyle irkilirsin. Ya da güzel bir çocuğun ‘’anneeee’’ sesiyle hayata dönersin…

Yazarken hep öznesi olmayan geniş zamanlı cümleler kurdum. Aslında öznesi ben olan cümleler kurmak benim için daha kolaydı. Hayatı, zamanı sorgulamak çok kolay değil elbet. Ama ben şunu biliyorum kendimden ‘’mış‘’ gibi yaşayamıyorum. Hissettiklerimle yasadıklarımı elimden geldiğince birbirine benzetiyorum aklım duygularımı çok da kandıramıyor. Belki de kalbim aklımdan daha çok çalışıyor.

Hülya Laleci