çerkes Karadağ ışığı…
Söyleşiye gitmeden önce bir göz atmıştım Çerkes Karadağ kimdir diye. Nüans ve balerin fotoğrafları kalmıştı aklımda. Siyah deri ceketinin içine uyumlu siyah fuları, top sakalı ve farklı kesimde beyaz saçlarıyla kendine özgü bir sanatçı görüntüsü vardı. İnsana güven veren bir ses tonunda, vücut dilini fazla kullanmadan, etkileyici olmak adına inişler çıkışlar yapmadan, düşük ve aynı tonda bir sesle konuşuyordu. Fotoğrafın tarihsel sürecini anlatırken bile insan kendini sıcak sobalı bir kahvede ya da evde elinde sıcak bir bardak çayla, sohbet ediyormuş gibi hissediyordu. Her haliyle gösterişsiz bir gösterişe sahipti.
Fotoğrafın tarihsel sürecini anlatırken biraz sıkıldım aslında. Pek de aklımda kalmadı zaten. Kendi fotografik biyografisi daha çok ilgimi çekti. Sonra kafamda şimşekler çaktıran cümleleri oldu. Hissedip de cümle haline getiremediğim kelimeleri bir çırpıda söylüyordu, hem de hiçbir soru işareti bırakmadan. Bir sonraki cümle bir öncekini güçlendiriyor birbiri ile asla çelişmiyordu. Bir yerlerden alınmış ya da etkilemek için süslenmiş cümleler değildi. Kendi deneyimlerinin ve yaşanmışlıklarının cümleleriydi. Kendi gerçeğinin sözsel ifadesiydi. ’’iyi fotoğrafçı nasıl olunur’’ gibi bir reçete vermiyordu. Kendi gibi olmamızı değil kendimiz gibi olmamızı ifade etmeye çalışırkenki kurduğu cümleler bende bir ‘’hiçlik’’ duygusu uyandırsa da,
’’ hiç ‘’ olmak başkası olmaktan iyidir diye düşündüm sonra. Fotoğrafa bakış açımı değiştiren cümleler kurdu. Belki de benim için doğru olan kulağımı tersten göstermekti. Belki yolda giderken yerde gördüğüm bir kola tenekesine tekme atmaktı doğru olan. Bilinçli bir birey olarak alıp çöpe atmaktan aldığım mutluluktan daha fazladır belki de kola tenekesine tekme atıp çıkardığı sesle gülümseyebilmek ‘’ kim ne derse desin ‘’ diyebilmek. İnsandaki potansiyel sanat enerjisinin hangi şartlarda olursa olsun ne kadar engellenirse engellensin bir gün mutlaka açığa çıkacağına inandım. Sanatın öğrenilebilir bir şey olmadığını, yaradılıştan gelen içsel bir yetenek olduğunu’’ yaratıcılık sonradan öğrenilebilir mi?’’ sorusuyla öğrendim. Benim hissettiğim de buydu. Kesinlikle böyleydi. Beslenebilir güçlendirilebilir fakat sonradan öğrenilemez bir kavramdı. Fotoğraf bir rastlantı değildi. Sanatsal yaratıcılık ilk aşamasından itibaren disiplin ve kendi denetimini elinde tutmayı gerektiren tasarlanmış bir süreçti. Kalıplaşmış beğeniler, ezberlenmiş doğrular, özgürleşememiş-özgünleşememiş düşünceler kadrajında çektiğimiz fotoğrafların aslında görüntü kirliliği denizine attığımız bir kareden ibaret olduğunu, makinanın yetenekleriyle paralel olarak fotoğrafı eşdeğer kılan bir düşüncenin ya da hırsla, yarışla görüntü peşinden koşup görüntü avcılığı yapmanın beni aslında fotoğraftan ne kadar uzaklaştıracağını anladım.
Beni fotoğraf çekmeye yönlendiren şey aslında nesnenin görüntüsü değildi. Bilinçaltı duygular, düşşel düşünceler gibi ruhsal yol göstericilerdi. Ben de kendime baktığımda anı yakalamak, belgelemek gibi bir kaygım olmadığını anladım.Çerkes Karadağ’ın ‘’fotoğraflarımda her zaman politik bir eleştiri, politik bir kaygı olmuştur’’, ‘’ hayatta yanımda hep güzel kadınlar olmuştur’ ’ifadeleri yaradılıştan gelen sanatsal yeteneğin, hayatla ve yaşanmışlıklarla beslendiğini fark etmemi sağladı.
Çerkes Karadağ gibi olmak değil amacım. Onun gibi olmaya çalışmak zaten onu anlamadığımı gösterir. Ama bana tuttuğu ışığı görmek güzeldi. Artık ben yolda giderken gördüğüm kola tenekesine bir tekme atıp çıkardığı sesle gülümsemek istiyorum… Herkes ne derse desin…Hülya Laleci